Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

JEOLOJİ

Aşağa gitmek

JEOLOJİ Empty JEOLOJİ

Mesaj tarafından Særcy Paz Eyl. 23, 2007 10:26 pm

JEOLOJİ

"Çekiç, pusula ve harita ile arazi üzerinde dolaşan jeolog ferah ve sevinçli bir ömür sürer. Onun gözlem kuvveti kendisini her an tazeler, doğa sevgisi gittikçe kökleştirir ve çeşitli buluşları, keşifleri onun heyecan dolu yüreğinde daima bir alev gibi parlar."A. HOLMES

İnsan, bilinen tarihi boyunca yaşam çevresini algılamaya, yorumlamaya, dönüştürmeye ve kendi ihtiyaçlarını karşılamaya çaba sarf etmiştir.İlk çağlarda insanları en çok meşgul eden nesneler ve olaylar üzerine bastığı Yerküre odaklı olmuştur. Yakın çevresinde kolayca ulaşabileceği malzemeleri, etrafındaki taş parçaları ve toprak olarak Yerküre sunmuştur. İlk dönüştürdüğü malzemelerde yine Yerküreden gelmiştir. Çakmak taşını bıçağa ve ateş kaynağına, kili çömleğe, kalayı ve bakırı karıştırıp bronza, çeliği kılıçlara ve mızrağa dönüştüren süreçler insanlık tarihinde önemli kültürel dönüşümler yaratmış, tarihsel dönemler (demir çağı, bakır cağı vb ) yaratmıştır.

Ancak Yerküre sadece sunduğu nesneler ile değil içinde taşıdığı yıkıcı güçlerle de etkilemiş ve insanlık için “ilgi odağı” olmuştur.”İlk çağlardan bu yana insanlar, depremler ve volkan patlamaları gibi yeryüzünün altına hapsolmuş muazzam güçleri açığa vuran olguların farkındaydılar…. bu olguları tanrıların müdahalesi olarak yorumladılar. Poseidon-Neptune dünyanın sallayıcısı iken, Tanrıların topal demircisi Vulcan-Heptistes dünyanın derinliklerinde yaşıyordığına ve onun çekiç darbeleri de volkanların “ patlamalarına yol açtığına inanıldı.

İster yıkım ister zenginlik kaynağı olarak görülsün ilkçağlardan başlayan Yerküreyi tanımaya, yorumlamaya, ondan azami ölçüde yararlanmaya ve zararlarından korunmaya yönelik üretilen bilgi birikimleri üzerinde ÇAĞDAŞ JEOLOJİ yükselmiştir. Günümüzde Jeoloji biliminin sunduğu verilerle artık “ayaklarımızın altındaki dünyanın sanıldığı kadar katı “ olmadığı ”kayaların, sıradağların ve hatta kıtaların sürekli bir hareket ve değişim “ içinde olduğu, Yerkürede yaşanan olayların “ tanrıların müdahaleleri” olmadığı anlaşılmıştır.

Geo (Yer) ve Logos (Bilim) sözcüklerinden türeyen JEOLOJİ, yerbilim anlamındadır. Jeoloji, dünyanın içinde ve üzerinde gerçekleşen tüm olguları gözlemleme ve yorumlama işini uğraş edinen bilim dalıdır.

Jeoloji(Geology); Fiziksel Jeoloji, Tektonik, Petrografi, Sedimantoloji ve Stratigrafi, Mineroloji, Paleontoloji, Mühendislik Jeolojisi, Hidrojeoloji gibi alt bilim dallarıyla, yerkabuğunun bir mineral tanesinden kıtalara kadar değişik büyüklükteki bileşenlerinin özelliklerini, dağılımını ve gelişimini, dinamizmini inceleyerek elde ettiği verileriyle yerin tarihçesini yorumlayan; sedimenter, mağmatik ve metamorfik kayaların zaman ve mekan ortaklığında sentezini yapan; yeryüzündeki kayaç, toprak ve su ile hayatın gelişimini inceleyen temel bir doğa bilimidir. Diğer bilimler gibi görünen ve görünmeyen yönleriyle dünyayı insanlar için anlaşılabilir kılmayı hedefler.

Son yıllarda üretilen yeni bilgi ve bulgular, JEOLOJİ biliminde önemli açılımlar yaratmıştır. Bugün halk sağlığı, güvenliği ve refahı adına her türlü insan girişimi ve projelerinde ihtiyaç duyulan JEOLOJİK verilerdeki artış sonucu JEOLOJİ toplumsal yaşamın her alanı ile bütünleşmiştir.

JEOLOJİNİN DİYALEKTİĞİ
“Ayaklarımızın altındaki yeryüzü kadar katı” diye bir İngiliz deyişi vardır. Ne var ki bu rahatlatıcı deyişin gerçekle ilgisi yoktur. Ayaklarımızın altındaki dünya sanıldığı kadar katı değildir. Kayalar, sıradağlar ve hatta kıtalar sürekli bir hareket ve değişim durumundadırlar, bu sürecin gerçek doğası ancak bu yüzyılın son yarısında anlaşılmaya başlanmıştır. Jeoloji, gezegenimizin içinde ve üzerinde gerçekleşen tüm olguları gözlemleme ve açıklama işini uğraş edinen bilim dalıdır. Fizik ve kimya gibi bilimlerden farklı olarak jeoloji kendisini deneylere değil gözlemlere dayandırır. Bunun bir sonucu olarak, jeolojinin gelişimi bu gözlemlerin yorumlanma tarzından fazlaca etkilenmişti. Bu yorumlanış tarzı da günün felsefi ve dinsel eğilimleriyle şartlanmıştı. Bu olgu, diğer yerbilimlerine nazaran jeolojinin yavaş gelişimini açıklamaktadır. 1830’da modern jeolojinin babalarından biri olan Charles Lyell, dünyanın Tekvin kitabında söylendiğinden daha yaşlı olduğunu gösterdi. Daha sonraki yıllarda yapılan radyoaktif bozunmaya dayalı ölçümler, dünya ile ayın yaklaşık 4,6 milyar yıl yaşında olduğunu saptayarak bu tezi doğruladı.

İlk çağlardan bu yana insanlar, depremler ve volkan patlamaları gibi yeryüzünün altına hapsolmuş muazzam güçleri açığa vuran olguların farkındaydılar. Fakat 20. yüzyıla kadar bu olguları tanrıların müdahalesi olarak yorumladılar. Poseidon-Neptune “dünyanın sallayıcısı” iken, Tanrıların topal demircisi Vulcan-Heptistes dünyanın derinliklerinde yaşıyordu ve onun çekiç darbeleri de volkanların patlamasına yol açıyordu. 18. ve 19. yüzyılların ilk jeologları, Piskopos Ussher’le birlikte, dünyanın tanrı tarafından İ.Ö. 4004 yılının 23 Ekim gününde yaratıldığına inanan aristokratlar ve rahiplerdi. Yeryüzündeki yüksek dağlar ve kanyonlar gibi düzensizlikleri açıklamak için, gözlenmiş olguları İncil’deki Tufan gibi afet hikâyeleriyle uyumlu hale getiren bir teori –afetçilik– geliştirdiler. Her afet bütün türleri silip süpürmüştü, böylelikle kömür madenlerindeki kayaların içinde bulunan fosiller uygun bir şekilde açıklanmış oluyordu.
Jeolojideki afet teorisinin, en büyük desteği, 1789-94 Büyük Devriminin tüm sınıfların psikolojisinde belirleyici bir etkiye sahip olduğu ve bu etkinin yankılarının kuşaklar boyunca çınlayıp durduğu Fransa’da bulması bir tesadüf değildir. Bu etkileri unutmaya meyledenler için, 1830, 1848 ve 1870 devrimleri, Marx’ın, Fransa’nın sınıf savaşımını daima sonuna kadar götürüp bitirme mücadelesinin verildiği bir ülke olduğuna dair derin gözleminin canlı birer hatırlatıcısı oldular. 19. yüzyılın tanınmış bir Fransız doğa bilimcisi ve jeoloğu olan Georges Cuvier’e göre, dünyanın gelişimi “yoğun değişimlerin yaşandığı bir sürü kısa dönemlerle damgalanmıştır ve bu dönemlerin her biri tarihte bir dönüm noktasına işaret eder. Bu dönemlerin arasındaysa istikrarlı uzun sükûnet dönemleri vardır. Fransız Devriminde de olduğu gibi, ayaklanmadan sonra artık her şey çok farklıdır. Benzer şekilde coğrafi zaman, her biri kendi temel temasına sahip farklı bölümlere ayrılmıştır.”[1]

Fransa devrimin ve karşı-devrimin klasik ülkesiyse, İngiltere de reformist tedriciliğin klasik ülkesidir. İngiliz burjuva devrimi de, tıpkı Fransız devrimi gibi, birçok insanın yanı sıra bir kralın da kafasını kaybettiği oldukça kanlı bir olaydı. İngiltere’deki “saygıdeğer sınıflar” daha önce hiç yaşamadıkları türde olayları yaşamak zorunda kaldılar. Onlar, kentli para yiyici yeni zenginler ile aristokratlar arasında iktidarın ahlâksızca bölüşülmesinde Hollandalı bir maceracının bir aracı olarak davrandığı utanç verici bir hükümet darbesine, komik bir şekilde 1688 “Muzaffer Devrimi” demeyi tercih ettiler. Bu, Anglo-Sakson tedricilik ve “uzlaşma” geleneğinin teorik temelini sağlamıştır.

Hangi durum ya da şekilde olursa olsun devrimci değişime yönelik nefret, doğada ve toplumda ani sıçramaların tüm izlerini silmeye dönük saplantılı bir ilgiye dönüşmüştür. Lyell, afetçiliğe tamamen zıt bir görüş ortaya attı. Ona göre, farklı jeolojik katmanlar arasındaki sınır çizgisi, afetleri temsil etmeyip, sadece iki yerleşik komşu ortam arasındaki geçişlerin kayma desenini gösteriyordu. Global desenler aramaya gerek yoktu. Jeolojik dönemler, tıpkı İngiliz tarihinin devrik monarklara göre bölümlere ayrılması gibi, yalnızca uygun bir sınıflandırma yönteminden ibaretti.
Engels Lyell’in jeoloji bilimine yaptığı katkının hakkını verdi: “Lyell, Yaratıcının ruh halinden kaynaklı ani devrimlerin yerine, dünyanın yavaşça dönüşmesinin tedrici etkilerini koyarak jeolojiye sağduyu katan ilk kişidir”. Fakat Engels, Lyell’in eksikliklerini de ortaya koydu: “Lyell’in görüşünün –en azından ilk biçiminin– eksikliği, dünya üzerinde etkide bulunan kuvvetleri hem nicel hem de nitel olarak sabit kabul etmesinde yatar. Dünyanın soğuması olgusu onun için yoktur; dünya belirli bir yönde gelişmez, sadece mantıksız ve rastlantısal bir tarzda değişir.”[2]

“Bu görüşler, jeoloji tarihinin doğasındaki egemen felsefeyi temsil eder” diye yazar Peter Westbroek ve şöyle devam eder:
Bir yanda afetçilik, istikrarın kısa süreli ani değişim dönemleriyle kesintiye uğradığı düşüncesi, diğer yandaysa tedricilik, sürekli dalgalanmalar düşüncesi. Coquand zamanında, Fransa’da afetçilik genel kabul gördü, fakat bu felsefeye duyulan ilgi tamamen pratik nedenlerden dolayı kısa sürede sönüp gitti. Jeoloji teorisi yeni baştan kurulmalıydı. Jeolojinin kurucuları olabildiğince özenli bir şekilde günümüzün ilkelerini geçmişin anahtarı olarak uygulamak zorunda kaldılar. Afetçiliğin kullanışsız oluşunun nedeni, jeolojik koşulların sonraki istikrar dönemlerindeki koşullardan tümüyle farklı olduğunu iddia etmesiydi. Artık elimizin altındaki çok daha ileri jeoloji teorileriyle, daha esnek bir tutumu benimseyebiliriz. İlginçtir, afetçilik yeni bir atılıma geçiyor.[3]

Tedricilik ve afetçilik arasındaki tartışma gerçekten de çok yapay bir tartışmadır. Hegel, düğümlü ölçü çizgisini bularak zaten bu sorunun üstesinden gelmişti: Nicel değişimlerin yavaş birikimi periyodik nitel sıçramalara yol açar. Tedricilik kesintiye uğrar, ta ki tekrar yeni bir denge durumu, ama bu sefer eskisinden daha üst bir düzeyde oluşuncaya dek. Jeolojik değişim süreci Hegel’in modeline tastamam uymaktadır ve bu artık nihai olarak kanıtlanmış durumdadır.

Wegener’in Teorisi
20. yüzyılın başında Alman bilimci Alfred Wegener, Afrika’nın batı kıyısıyla Güney Amerika’nın doğu kıyısı arasındaki benzerlik karşısında şaşkına döndü. 1915’te kıta kayması adlı teorisini yayınladı. Bu teori şu anki bütün kıtaların geçmişte bir zamanlar tek bir büyük kara parçasının (Pangaea) parçaları olduğu, sonra bunun ayrı kara parçalarına bölünerek bu parçaların birbirlerinden uzaklaştıkları ve en sonunda bugünkü kıtaları oluşturdukları kabulüne dayanıyordu. Wegener’in teorisi, kıta kaymalarının ardında yatan mekanizma için bilimsel bir açıklama yapmayı elbette başaramadı. Buna rağmen bu teori, jeolojide neredeyse bir devrim yarattı. Ama yine de, muhafazakâr jeoloji topluluğu tarafından şiddetle reddedildi. Jeolog Chester Longwell, kıta sınırlarının bu denli mükemmel bir şekilde uyuşmasının, bizleri kandırmak için “şeytanın bir numarası” olduğunu söyleyecek kadar ileri gitti. Daha sonraki 60 yıl boyunca “izostasi” teorisinin hakim olduğu jeolojinin gelişimi yavaşladı. Bu teori kıtaların yalnızca düşey hareketlerini kabul eden bir kararlı durum teorisiydi. Ama bu yanlış hipotez temelinde bile ileriye doğru büyük adımlar atıldı ve bu adımlar gözlem sonuçlarıyla giderek daha çok çelişen teorinin yadsınmasının zeminini hazırladı.

Bilim tarihinde sıkça rastlandığı gibi, üretimin ihtiyaçlarıyla bağlantılı teknolojik ilerlemeler, yeni düşüncelerin gelişimi için gerekli dürtüyü sağladı. Exxon gibi büyük şirketlerin petrol araştırmaları, deniz yatağı jeolojisinin araştırılmasında büyük buluşlara, sismik profil çıkarma ve derin deniz sondajı alanlarında etkin yeni yöntemlerin geliştirilmesine ve fosillerin yaş tayini yönteminin daha da mükemmelleştirilmesine yol açtı. 1960’ların ortasında, Exxon’un Houston’daki ana laboratuvarında bir bilimci olan Peter Vail, okyanus zeminindeki lineer desenlerde bulunan düzensizlikler üzerine çalışmaya başladı. Vail, eski Fransız kesintili evrim görüşüne yakındı, incelediği bu kırılmaların büyük jeolojik dönüm noktalarını temsil ettiğine inanıyordu. Gözlemleri, bütün dünya üzerinde aynı gibi gözüken tortul değişim desenlerini ortaya çıkardı. Jeolojik süreçlerin diyalektik yorumlanışı lehine güçlü bir kanıttı bu.

Vail’in hipotezi meslektaşları tarafından şüpheyle karşılandı. Exxon’un bir başka bilimci olan Jan van Hinte şunları hatırlatmıştı: “Biz paleontologlar onun söylediği bir tek kelimeye dahi inanmadık. Hepimiz Anglo-Sakson tedrici değişim geleneğinden gelmekteydik ve onun söyledikleri afetçilik kokuyordu.” Ne var ki, Jan van Hinte’nin Akdeniz’de bizzat yaptığı sismik kayıtlar ve fosil gözlemleri Vail’inkilerle tam olarak örtüşüyordu ve kayaların yaşları Vail’in öngörülerine denk düşüyordu. Artık ortaya çıkan manzara açıkça diyalektiktir:
Bu, doğanın genel bir özelliğidir: bardağı taşıran son damladır. İçsel olarak istikrarlı bir sistemin altı bazı dış etkenler tarafından yavaşça oyulur, ta ki sistem yıkılıncaya kadar. Sonra küçük bir darbe dramatik bir değişime yol açar ve tamamen yeni bir durum oluşur. Deniz seviyesi yükselirken, kıta kıyılarında yavaşça tortullar oluşur. Deniz çekildiğinde, ardışıklık istikrarsızlaşır. Bir süre bu böyle sürer ve sonra hoop! Kıtanın bir parçası denizin derinliklerine kayar. Nihayet, deniz seviyesi yükselmeye başlar ve yavaş yavaş tortullar oluşur.[4]

1960’ların sonunda, okyanus zeminindeki derin-deniz sondajlarının bir sonucu olarak Atlantik Okyanusunda deniz yatağının hareket ettiği keşfedildiğinde nicelik niteliğe dönüştü. “Orta Atlas Sırtı” (Atlantik’te deniz altındaki bir sıradağ), Amerika kıtasının Avrasya kara parçasından uzaklaştığını gösteriyordu. Bu, yeni bir teorinin, levha tektoniğinin geliştirilmesinin başlangıç noktasıydı. Ve bu teori jeoloji bilimini devrimcileştirdi.

Burada yadsımanın yadsınması diyalektik yasasının bilim tarihine uygulanmış bir başka örneğini görüyoruz. Wegener’in orijinal kıta kayması teorisi, izostasi kararlı durum teorisiyle yadsındı. Bu da sırası geldiğinde, eski teoriye, ama bu kez nitel olarak daha yüksek bir düzeyde geri dönüş anlamına gelen levha tektoniğiyle yadsındı. Wegener’in teorisi parlak ve temelleri bakımından doğru bir hipotezdi. Fakat kıta kaymalarının hangi mekanizmayla gerçekleştiğini açıklayamamıştı. Artık, geçen yarım yüzyılın tüm bilimsel başarıları ve keşifleri temelinde yalnızca kıta kaymalarının bir gerçek olduğunu bilmekle kalmıyor aynı zamanda bunun tam olarak nasıl gerçekleştiğini de kesin olarak açıklayabiliyoruz. Yeni teori, dünyanın evriminin karmaşık mekanizmasını daha derinden kavramasıyla kendisinden öncekilerden çok daha yüksek bir düzeydedir.

Bu, biyolojideki Darvinci devrimin jeolojideki eşdeğerini temsil eder. Evrim yalnızca canlılar için değil, cansızlar için de geçerlidir. Aslında, ikisi iç içe geçmiş durumdadır ve birbirini koşullandırır. Karmaşık doğal süreçler iç bağıntılıdırlar. Organik madde –yaşam– belli bir noktada kaçınılmaz olarak inorganik maddeden ortaya çıkar. Fakat organik maddenin varlığı da fiziksel çevre üzerinde derin bir etki yaratır. Örneğin, oksijen üreten bitkilerin varlığı, atmosfer üzerinde ve böylelikle iklim koşulları üzerinde belirleyici bir etkide bulunmuştur. Yerküre üzerindeki yaşamın ve gezegenin gelişimi, doğanın diyalektiğinin zengin örneklerini sunar –çelişkiler ve sıçramalar aracılığıyla gelişim; yavaş “moleküler” değişimin uzun dönemlerinin, kıtaların çarpışmasından tüm türlerin aniden soylarının tükenmesine kadar bir dizi felâketli gelişmelerle yer değiştirmesi.

Üstelik daha yakından bir inceleme, ani ve görünüşte inanılmaz sıçrama ve afetlerin çoğunlukla köklerini kendinden önceki yavaş, tedrici değişimde bulduğunu ortaya çıkarır.



Særcy
Særcy
Admin

Mesaj Sayısı : 322
Yaş : 35
Şehir : Ankara
Ruh Halim : Sütün İçine Batırılmış Bisküvi Gibi Erimiş...
Kayıt tarihi : 26/08/07

https://selcukluyuz.yetkin-forum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz